Benden banane...

Buraya yazılanlar şiir değildir, pesimist bir ölümlünün med cezirlerini alt alta anlatma şeklidir. He! Olur ya bazen karşınıza yanlışlıkla bir ahenk çıkar ya da bir kafiye, bir imge, bağışlayın! Tesadüftür.

Name:
Location: Türkiye

Murat Makara hayatını sanat yönetmeni olarak kazanır, yıllardır karikatür çizer, şiir yazar (eskisi kadar olmasa da), okur (10 yıl öncesi kadar olmasa da), düşünür (camus kadar olmasa da)...

Monday, September 29, 2008

....

o düş gibiydi, düş gibi bir serencam... suskunluğun suç sayılmadığı bir aşktı, bir dostluk... kim söze sarılsa öfkeli, anlamını yitittiren bir gözgöze geliş vardı aramızda. korku olmalıydı... o, sevecen bir elden serpilen tatlı bir heyecandı. içimizde kirlerimizi temizliyorduk birbirimizin, bir dahaki sefere çocuk çıkmak için birbirimize. yalnızığı anlamlandırmamalıydık. bol sarılmalıydık, bol öpüşmeli, bol ağlamalıydık... öyle de yaptık.
iyi ki yaptık... güneş elini anca öyle uzattı işte, gün anlamını kalbimize öyle...

Thursday, August 16, 2007

deneme 1,2

eşgalimin bir adı var bizim sokakta;
O...
o, kemirgen bir huzursuzluk gibi gezer gülen insanlar içinde
o, sırra kadem basan duygular arayıcısıdır, umudunu hiç yitirmez
ona ses diye verilen şey hüzünlü bir aşk şarkısıdır merhaba derken bile
o bazen ellerini hançer sanır ne sigara tutabilir o an
ne yumruğunu sıkabilir

.....

Tuesday, July 31, 2007

......

elimden tut günebakan
sır içinde olalım
hatta içini görsün bize bakan
kalbimize hayatın şavkını umursamayan
bir ayna koyalım.

Monday, July 23, 2007

sebep1

ben sende eskidim, kuraklığımın suçu da bendim, rüzgarımın hoyratlığı da
sussam haklı sanacaklar sandım kendilerini o yüzden hep ağladım
korkak mıydım kimsesiz mi
yağmura sormak kimsenin aklına gelmedi
ben eskirken bir şeyler hep sizde biriktiğimi sandı
yalandı
ya da benim elsiz ayaksız sevgimdi
korkmayı da kibir sandım ki bu nasıl bir insandı
beni elimden tut dediydim de
ellerimi bi bırakıp bi tuttmuştu giderken.
ki sebepsizdi...

Wednesday, June 20, 2007

hanımeli kokularının azalmasıydı yalnızlık

Geçenlerde kumsala indim, sanırım iki şarap içmiştim, aşkta 15 dakika önce kendimi biçmiştim. uzandım kumlara, açtım ellerimi, geceydi söylemiş miydim? hem de bulutsuz, kokusuz, gürültüsüz bir gece... işte Atlas'tım... sırtımdaydı dünya, tanrım kuş gibi hafiflemiştim..cinnetimi gün eylesem sana neydi, pişman bir mermi idi o desem kime neydi? sana sen bile kalmasan, insanlar kum kalırdı... söz sessiz, aşk hoyrat, biz umutsuz kalırdık...ki kime neydi, biz alışmamış mıydık, başka hayatları ortak etmeye hüznümüze, korkaklığımızın sebeplerini çoğaltmamış mıydık, dememiş miydik " ayrılıklar da sevdaya dahil" ? gizli gizli ağlamamış mıydık içimizin sessizliğine, dost diye gecenin 3'ünü biz bilmemiş miydik, aşka ağlamayı düş sanmamış mıydık?

desene...kime ne bizden başka?
biz neysek, aşk o.
onun için...

Saturday, June 09, 2007

Ekim - Elif

bozgunlar ordusuyuz, şirk bile bi zaman sonra soframızdan kalkmaz oldu, hani yeniğiz, hani kafir, hani tutunamayan ya, bizden iyi ev sahibi bulunur mu? gitmek diyorduk yaşamaya, ölmeye kalmak... aşka vücut, ihanete bir başka vücut, denize ayrılık, ayrılığa yeni bir başlangıç, galiba anlıyorum artık ısınmak için neden kutsal kitaplar yazdık...
kalbimizin sesinden içtik, içimizde rüzgar gezdirdik, gelmedi beklediğimiz, omuz yerine sokaklara serildik.
gelmedi o
sokaklar çoğaldı, arsalar azalıp
aklıma dokunanı bir daha
ne gördüm, ne uçurtma yaptım.
tek düşüm balıkçı olmaktı
ki onu da kime anlatsam
deniz kalmadı ki deyip gülüp geçti.

peki deniz yoksa, rakının 3. kadehinde gözlerine koşuşturan yakamozlarda neyin nesi?
ya da alıp başını gitme düşleri kurduran, o saçlarında dolaşan rüzgarın sahibi gece balıkçıları değil mi?
bir şans daha vermeyi her seferinde hissettiren dünyaya, o hanımeli kokuları birazda benzemiyor mu yosun kokularına?

der ya Mevlana; maşrapan küçükse, nehrin günahı ne?

Friday, May 18, 2007

yalan...belki...kimbilir.

cesur sandığınız aşklar artığıydınız
bu yüzdendi suretinizin gevezeliği öyle mi?
yalan...

bizim keşkesiz hayatımızda
aşk sadece biz gibi kaldı
gözlerimizin masalıydı bu
belki...

acımak diye bir oyununuz vardı
ebesi hep siz olan öyle mi?
yalan...

bizim vicdan diye bir döşeğimiz vardı
herkes en az bir gece orada sabahladı

belki üşüyorsunuzdur şimdi
dokunulmamaktan kimbilir
bir soluğun sizi dünyadan koparışını özlüyorunuzdur
kılınızı bile kıpırdatmadan

biz mi?
halen siz de duruyoruzdur belki
yaşamınıza yaldızlı zaferler katmak için
kimbilir...

korku

korkuyorum ama yenilmekten değil, artık başımı yastığa koyarken bir köpek sesi duymaktan, beni çağıran... " heyy aşkın küçük kayığı günlük hayata çarpıyor" diyen şairi anımsamaktan... ahali beni eşgalini tanımlayamadığı biri biliyor hatta bazen sevdiklerimin bile emin olmadığı biri olmamdan da değil korkum... kül rengi, kadmiyum kırmızısı bir yalnızlığın ellerimi kollarımı bağlamasından korkuyorum... mananın çürüyen gövdesine dokunalı ne kadar oldu bilmiyorum ama kime anlatsam sıkıcı geliyor ve gelecek biliyorum... bundan da korkuyorum... susuyorum... çetrefilli bir iş bu, içindeki korku labirentlerini yıkarken ve buyken tedavin, daha sıkı, daha dürüst, daha insani bir şey sunmasından hayatın... aşk gibi... bundan hep korktum...
kibrimle erdemim sıkça rakı masasına oturup mangalda kül bırakmadı, görenler bunu soylu bir çaba sandı ama değildi... ben sadece yazgımın değişebilirliği üstüne kehanetlerde bulunuyordum, bundan da çok korktum, yine de yaptım. beni ben diye değil de akıllarinda ki murat bilsinler diye... bu ben olmasam tutunduğum dalı da koparacak olan benim onu da biliyorum. yorulur muyum... belki... işte bundan felaket korkuyorum...

gül yılan

içime gül birikti
dışıma diken
dilimde yaz var
sözümde yılan

ne yana dönsem
içten bir nasihat
haline şükreden

hadi! gitmeliyiz gövdem
baksana
ne içim bağışlatıyor yılanı
ne dilim gülümsetiyor dikeni

alınmıyorsa gün içindeki aşk sözüme
buna da şükredelim
gelmese de içimize davet edelim
gitmeleri kalanlara özletelim

belki biri çıkar içinden gelir
yazgımıza ortak olur
içimizde kılıçtan geçirilmiş bir çocuk ölür
kimbilir?

şubat-temmuz

Wednesday, May 09, 2007

......

keşke türküleriniz gibi yaşasaydınız, çocuklarınız gibi sevseydiniz, düş tarlalarınıza savrulan bir gülücük olsaydı her yeni gün... aslında bu şehrin bütün polisleri biliyor bir firari olduğunuzu ama aşka bırakıyorlar haddinizi bildirmeyi. bildiniz mi peki?
bi bilseniz eminim mutlu olurdunuz ben de tam...

Friday, May 04, 2007

,

ay buluta kavuşmayı ne kadar istiyorsa o kadardı, yalnızlığımın çığlığını duyurma çabası. yoktunuz ki siz, olmanızı ne kadar istesem de. sedef izler bırakan gövdem bir yağmurun başlaması kadar olan ömrüne alışıktı, unutulmaya da, silikleşmeye de, ihanete de...
alışıktı diyorum ya boşversenize, kim alışır ki kendinden başka herşeyde, herkeste olmayı maharet bilen...korku-yorum da galiba.

bir gece mayıs2007

Monday, April 30, 2007

aslında...

korkularını avutup geliyordun
ben çıldırtıp...
berrak bir mavilikti olman
dokunmam koskoca bir grilik
aşkı bembeyaz olan yine sendin
cehennemimle ucundan tutuşturan yine ben...
yine de geliyordun
gelmemen beni haklı çıkaracaktı ya
durmadan aşkı sınıyordum
sana kızıyordum
yıldızları üflüyordum
ölmek için içiyordum
ben aşıktım, sen aşk...
o grilikte yoruluyordum
tutup kaldırıyordun
yıldızları tekrar yakıyordun
seni beklemeyi öğrettiydim halbuki kendime

yine niye geldin ki çocuk?

Monday, April 23, 2007

Aşk aş eriyor duydun mu?

elinde bir tespih boncuğu, yüzünde bir kan tanesi, şükür ve isyanla geçen akşamüstleri, kendine küsen, zalim bağışlayan bir ben, neyin soluğuyum ki? adını sen koy, ipini çek, hediyesini ver, zakkum ye, erik reçeli yap, düş ör, balık azad et, yenilginin tapınaklarında bileklerini kurban et, suskunluğunu bas onlara, küskünlüğünün berraklığını bulandır, kim duyar ki deme be, kimse duysun diye değil bunlar... aşk aş eriyorsa ve sen hep sen kalmayı denediysen, kirlenmenin paçalarına bulaşmasını takma.
rakıyla arın, şerbetle geç kendinden, kahrol emi, gül ol, sevdiğine bir kokun ol...insanı seccade yaptıydım önüme, aşkı kıble bildiydim, ar biriktirdiydim, susuzluğumu ve aşkı, kurtuluş sandıklarımı ve köprüleri çoğalttıydım, zorbalardan çok kendine düşmanların şehrine pek yakıştım. gece olmaya görsün, yağmur yağmaya, aşk elini uzatmaya, boydan boya yenilgi oluruz. kibrimiz de küskün bize, gururumuz da, aşka dalkavuk olduk ki, barışırsın işte bestenigar ezanlarıyla...
güneşe göz kırpmasını bilen adam, aşkta vardır sende yok, seni yatakta mutlu eden adam sende vardır, kendinde yok... aşkı nihavent, günü ağıt olanlar böyledir bağışlayın emi ve yalnızken aşkın şavkını umursamadan bir kadehten alıp bir kadehe sunarlar kendilerini. bir başka ben ararlar, her öptüğü kadında bulaşacak kendine, öyle ölmek isterler, suyun öyküsünü, gecenin sırlarını bilip de yaşamak bir tek onlara nasip olur ki onları da öldüren budur...
aşk bir savaşsa, onlar ölü soyucudur, yüreklerinde ne soluklanacak bir vaha kalmıştır, ne lüzumlu bir çift laf. bu cümle onlara kızgınlığımdır, bana... ne gitmem gereken zamanda düştüm yollara, ne olmam gerekende buralardaydım...
işte bundan, bomboşluğa sıkı sarıl, adın ilerde bunla anılır, alış, alıştır, sabret, şükür kapılarını çal, sevda yalaklarında oyna, kır çiçekleri topla, adın ilerde bunlarla anılır. ey şehir! jiletlere borcu ödenmiş gölgem senindir. ey gölge! tanıdık banklara sürün, alışılmadık sokaklarda sürün, yarısı yalnızlık olan bir kasımda... ve sen kasım, çağlardır süren bulantını bastıracağım, kendimi anlatacağım, yenileceğim yine, bulaşıcı aşkalarından da fena...

MM
2007

Tuesday, April 17, 2007

93-99 arası

gece;
sevdiği kadınların birer tutam saçıydı
ve istemeden dökülürdü
yüzünden ellerine

yalnızlık;
en sert içkinin adı olarak kaldı
kanla karıştırılıp içilen tek içkidir o

ölüm;
kıyısında oturduğu denizdi bi zaman
salıncaklar kurduğu ip
acemi traşlarının ilk göz ağrısı ustura

işte öyle bi kadın saçında
yalnızlık gibi baktığında
ki ölüme de denkti o zaman
şunu yazdı;
sana sevmeyi öğrettim
sen bana seni beklemeyi...

Friday, April 13, 2007

5

dirilen bir kadavraya dönen ruhuma
önce diken açmasını öğreteceğim
sonra gül

sen hep buhurlar biriktir
sarılmak için kapını ilk çalana

ben gövdemi yıkıp şehrin yamaçlarına
mazlumları özleyeceğim

sis olacağım sokak çocuklarına
eşkıyalara kuytu
parmaklarıma senin yüzünü anımsatacağım
görmezden gelinmiyor çünkü
öptüğün yerde halen duran ürperti

MM

4

sarhoş olmaya parmaklarından başlayanlar
yalnızlıktan üşürler
ve çocuktur
ruhla bedenin barıştığı o tek an
ve serçedir
kendilerinden ürkenler

;

ben bu karanlığın
ağladığını bilirim
sürmesi onun hediyesi
kadınlar biriktiririm
bundan işte
uçurumların hep beni alt etmesi

mendebur çocukluğum gelirdi hakkından da
bir sabah büyüdüm
insanlar azdı ya
içime üfledim
feri söndü yüreğimin

galiba bizim mahallede
hakkından bir ben geldim
yalnızlık denilen ürpertinin

........

adı var

gül diken ömrüme dadanan kadınlara
sırça çocukça bir gülümsemeydi yüzüm
hiç biri merak etmedi mi
geceleri nasıl gizlediğimi
kan ve ter bile yudumlanırken
nasıl görmediler
el değildi taşıdıklarım göz değildi
eldim, gözdüm boydan boya ustaydım

bir kabukta mı aradılar beni
gövde ve ruh yalnız
illa demeli miydim bunları
ki çözülme hep gözlerimde başladı önce

bir kez baksaydınız
erirdiniz donardınız
ve ilk gün çekip giderdiniz
ki benim gövdem olmadı hiç
alıp başımı gideyim

seyyar bir ruhum ben
ancak geceyse saklamayı unuttuğum
gövdesiz de aşık olabilirim
biliniz.

MM.
ocak-sirkeci

Monday, April 02, 2007

bunun da adı yok

damarlarımda kişneyen atlar
ve gölgemin bir çiçeğe takılıp kalması...
hepsi rüyaydı.

sedef izler bırakıyorum dünyada
çocuklar üzerime üzerime geliyor
damlayan gözleri ve titrek elleriyle
atların dizginlerini bir tek onlar tutabiliyor.

soluklanacak bir koyak arıyor baş ağrım
bir sokak
mazgallara tutunup gitmelerime içerleyen
gölgemin göğsünde bir çiçek...

sanırım sigaramı kül tablasında unuttum
birazdan ruhumda sirenler duyulacak.

(99 Nisan. babam henüz ölmemiş)

B,Alim

Sonrası bali olan aşk
polis olan sen
sokak çocuğu ali ben

bir adım atsam biliyorum ki maçkaya
gün doğacak
kız kulesine sırnaşarak.
ve o karanlık
orada bir yerlerde
kız kulesine şiir düzen
düzgün adamalar biriktirecek
tutup kolundan bekaretine baktırsalar
şiirlerini yırtıp kabataştan atacaklar

her neyse yazsınlar
bu dünyanın belki de gerçekten çok
yalana ihtiyacı var.

Münferice

münferice ateşle buluşsa
suyu istemez, sadece kıskandırır
suyu sürünse, ateşin aklı münfericede
ateş olduğuna utanır
o öyle güzel, öyle kendi, öyle ben olmasını istediğim
tanıdın mı onu derseniz
yook!
onu tanımak kendini anlamaktır
haddini bilmektir
geceye sunak olmaktır
bir düş o
bir düş ama
bir de kapris
karın etse eyvallah
sevgilin etse başın gözün üstüne
o bir düş, o ederse vay haline

bütün meydan saatleri onu bekliyor
cesur yapan budur münfericeyi
bir çocuğun anne koynunda uyurken ki yüzüdür
dayanılmaz kılan budur münfericeyi

tenindeki alev hiç sudan geçirilmemiş
önünde herkesin boynu kıldan incedir
denizle kumsalı, şarapla beni birbirimize düşürür
münfericenin bembeyaz topuğu.

Saturday, March 03, 2007

Aşk

aslında çürümüyordu aşk
sana alışıyordu, size...
boyuna nedenler buluyordu
cevapsız telefonlar ediyordu
ki aşkın alışkanlığa
tahammülü olmamasıydı bu
randevulara hiç gelmiyordu
yatağınıza uğradığı bazı geceler
sanmayın barıştığınızı
o en yakın dostu
şehveti ziyaret ediyordu
sabah kalkıp gidiyordu.

şimdi seni değil sizi görme zamanı
sizi ona da öğret
kısa masumiyetlerin sonrası
derinleşen kabus kalmasın artık
çünkü aşkın vakti yok
gidecek birazdan
geciktir onu ömrün kadar
inancın kadar sevdiğine.

o halen elma kokuyor solmadı ki
ve ellerin soğuktan üşümüyor anlasana
sevdiğin yan odada
sen burada...

aşkın sabrı yok, senin zamanın...

MM

Saturday, February 24, 2007

adı yok8

vakitsiz bir karanlık bu
düşlerimi paramparça eden o kurt
etlerimi sana mı bıraktı?
ölüme değil aşka sokulgandım ben
bahara şaşardım güze değil
o sırtıma saplanan demir parçası
parmakların mıydı yoksa?
bırakma beni böyle
mat et sır et rezzil rüsva
bir çocuğun gülüşünden mahrum et
yarım yamalak öldürme beni böyle
şaraba durmuş bağlarını boz
afyon yüklü gemilerini çek kıyımdan
bakire kanını puştların alınlarına çal
beni bunlara şahit et
ölüme topal bırakma beni böyle.

MM

Saturday, January 20, 2007

adı yok7

yangınlar körüklemekti işim
dağlar yaratmak
bomboşluğa bir fırsat daha vermek
susan insanlar sevmek
kül biriktirmek
güne isimler vermek
yakmak için şiirler yazmak
anne yüzleri ezberlemek
sonra sahra geldi
ciğerlerim toz duman doluydu
ellerim sahibini özlüyordu
ayaklarım patikaları
gitmem cennettide
o da başka bir cinnete kaldıydı
arkamdan sahra da gelecekti
öyle dediydi
bize hanımeli kokularından
bir gelecek çizecekti
ve sorsalar baban kim diye senin
ufuk çizgisiyle ip atlayan adam diyecekti.

....

MM

adı yok6

fondip en eski kiracımdı benim
yorulunca sohbet sessizlik beklenir
ve yüzlerden sarkan gülücük gibi
bir duanın gerçekleştiği an kadar
yaşamın ağırlığını sırtlandığını
kabullenir susarsın
iyi ki varsın.

hasret çekmek en iyi ev arkadaşımdı benim
bir sokak çocuğunun zamanla
yalnız sokak kalması kadar iğrenç
bir sevginin yürekle beyin arasında
pazarlanması gibi doğal
yaşanıyor
yaşanacak yaşanmasa olmayacak
iyi ki çoksun.

usulca ve tertemiz iniyor gece
bulutların alışıldık bahar yenilgisi pencerede
ve sanki bir ağaç bir insan bir tuğla daha konsa
bu şehir taşıp evrene savrulacak.
belki yıllar oldu alamıyorum yüreğimi
ezilip sıkışıp burkulmasına ona buna
bir şeyler yapmak mı?
ona da gülüp geçmeyi öğrettim kendime
iyi ki yoksun.

MM

adı yok5

beyinimi kerbela ettin sevdiğime
yüreğimi sahra
büyüdü usul usul çocukluğum
kurutulmuş vapurlara döndüm.

anıların rıhtımında
çürümeye bırakılmıştır her sevda
aslında üzmemeli bu sizi
her gece bir sokak çocuğu
uğursuzluklardan kaçıp
tatlı uykulara dalıyor sancak tarafında.

çürüyen sevdalardan
çerkes hançerleri yapılır
onlar bir yüreğe girdiğinde
iki yürek susuverir
kan değil kum saçılır yerlere.

MM

adı yok4

kırbacın köreldiği yerde yaşım
aşkı hep düş kırıklığına uğrattım
taşıdığım yürekti kimi zaman
kimi zaman sevgilime sunulan plastik bir erguvan
baharı kararsız ben yapmadım ama
kırlangıç yavrularını gizlemedi benden
arsız rüzgarı aldırışsız eden de ben değildim
bildiğim şiir yazan insanlardan bize kalan
"kartala dönüşün" dür ki
ben bunu yüzyıllarca kapılarınıza yazdım.

ey dünya senin yüzün suyun hürmetineyim
tortusunu hiç dindirmedim yaşamımın
kızıla bulansa yüzüm bir şey bekledim
yanlıştı belki ama
ben hep çatık kaşlar bana çevrildiğinde sevindim
yüzümde bir de her duygunun bileşkesi
gözlerime güvendim
onla ele verdim kendimi seni onla sevdim.

bir kadına bunları anlatmanın
arkeolojik bir kazıda
öpücük bulmak kadar zor olduğunu anladığım gün
allahsızlığımdan da vazgeçtim.

MM

adı yok3

suya susuyorum artık ey hayat
canavar düdüklerini söktüm ruhumdan
aşkı senle mayaladım ya
birazdan çakallar su içmeye iner odama.

artık girdabına yaprak bırakıyorum yalnızken
nar çalıyorum dişlerimi çürütüyorum
seni ararken hani
insanları telaşlandırdım ya
bir çerkes düğünü borçlusun bana unutma.

MM

Sunday, January 14, 2007

adı yok2

o zamanlar şehrazat
yağmur sularında oynayan bir çocuktu
aşka aşık sefiller büyütürdü dünya
ve cellat ustaları
gözleri yok olan ustalaştıkça.
kutsal insan masalları dinleyip
dindirilen bir öfkeydim her zaman
bir yanım dünya idi; ki koca gözlü
bir dağ kızı sevmiştim
bir yanım senin reva gördüğün bendim.
gecenin ortasında durmayı sevdim
sabahı beklemeyi, düş örmeyi,
ekmek pişirmeyi, üzüm ezmeyi,
kendime küsüp insanlar bağışlamayı...
adım deliye çıktı
bana güvenmeyen benden kaçan şah oldu
mat oldum, hoşuma gitti
koca gözlü dağ kızı bana küstü
aşkla avundum, kumlara karıştım
yakamoz döktüm, yüreğime dağ bastım,
gözlerime lav, dünyaya şaştım.

korkumu temizleyip
ruhumun labirentlerini bozdum.

MM
1999

adı yok1

hasret mektuplarında ihanet mürekkebi
kullanan, sisli yüzlere el süren ben
verilmiş sözler toplamıyım
tutuşturulmuş anılar sanığı
beni bilen, yorulduğumu da bilir
ve içimdeki istasyonun bekleme salonunu...
beklenmem bu yüzden.
bunca can acıtan bir anı olmamda
devşirme bir şair olduğumu öğrenmemin de payı var.
yüreğimin cam sığırcıkları
gidin artık öteki bahara kadar
dallarını yeni budadım doyumsuzlukların.

çocuklar büyüdükçe
o ivme acı veriyor gölgeme
taş taşıyanlar bile almıyor selamımı
gecikmedim aslında öyle zannediyorum
dağların, gökyüzünün ve çiçeklerin
bir anlamı olduğunu öğrenmekte.
o sensen, halen neden buradasın
bak çocuklar büyüyor
gülünç oluyor gövdem
sokaklarda sürtmekten
artık gitmelisin, gitmeli
buluttan olma bir musalla taşı bulmalı.

ki gülüyorsan şu an, birilerini şahit et buna
zamanla değil çünkü, birden unutuluyor insan.

MM
2000

Aşk Dedim, Aşk...

gri bir gökyüzü çoğalır bizim evde bildim bileli
babam nikotine inat yaşar, anam babama inat
kardeşim bir fidan... arka odada büyür güneş istemeden.
aptal bir aşığın yolduğu çiçekler
biraz daha uzun yaşasın diye icat olan vazolar
bizim evde plastik aslanağızları ağırladı yıllarca
aptal bir aşık olamadı çünkü hiç babam.
ben aklımın yağmalanan meydanlarını
gizleyerek yaşadım, rötarlıydı akıl ama
yine de kaçırdınız derdim, başımdan savardım.
adını ben koysam "geceleri bekleyen sokak" derdim gözlerine
delisi olurdum.
bir tek ben vermiştim zaten adını polise
aşk dedim, aşk, aşk.

MM
1999

Thursday, November 16, 2006

......

.....
anılar biriktikçe sisleniyor aşklarda
yitiriliyor serüven duygusu ki o zaman
şeytanımı koluma takıp gitmeliyim
yeni bir cehennem kurmalıyım kendime.
.....
Ahmet Telli

Friday, October 06, 2006

Ardından

aydan, güneşten, yada bilcümle senden
ne geldiyse dilime
görünüp kaçtılar. sanki kaçaktılar.
sütten kesilen gündüz,
aynada akşamı gördü.
yazmak kangırendi. nasılda aktı içime.

şimdi şu vapurun benden farkımı kaldı.
gitti deniz oldu. sinemde izi kaldı.
bırakın bir çay bahçesinde otursun,
beklesin zaman beni. kağıttandır o.
bir martı çığlık çığlığa boşlukta kaldı.

sen, çarkına yandığım vapur,
çıkma karaya denizinde dur.
ama ellerim emekçi,
yüreğim çingene ise
geldiğinde, limana üç kere vur.

Öner Bağçeci

Monday, August 14, 2006

Ardımızdan yağmurlar da gelir mi?

Artık gökyüzünün eski mavisi yok, serin verandalardaki kekremsi
tad da... Sırtımı bir kayığa yaslayıp ucuz şarap içerken ufuk
çizgisiyle ip atlayan çocuk da... kadıköy rıhtımı, caddei kebir, çocuk
gözlerindeki ışıltı, gülmeyi becerebilen yaşlı insanlar, rakı
masalarındaki içten susuşlu dostlar, şefkat dolu kadınlar da...

35 yaşındayım, yoruldum. Kendimi taşımaktan, susmaktan,
konuşmaktan, korkmaktan, görememekten, ses edememekten, yan
çizmekten, sırt dönmekten, azalmaktan, sis olmaktan, siz
olmaktan... artık aynada silikleşen bir suret var bana, size bir avuç
yenilmişlik daha.

Bir tek içimdeki cennetin cinnete dönmesini fısıldayabilirim size,
aynı şu an olduğu gibi. Biliyorum yine yenileceğim, yine geçip gideceğim,
ama bu kez bir şartım var. Siz en iyisi karanlıktan korkmayan
ramazan davulcusu olun ve her yıl bir ay, beni sokaklardan kovun.

MURAT MAKARA

Friday, May 26, 2006

İstanbul

Sislenen kent milyonlarca umutsuzu
silkeleyip uyandırır saat 6.30 sularında
martıları yorgun balıkçıları umutsuz bu deniz
vapur yolcularına sahte bir gülümseyişle günaydın der
bir garson gibi bıkkınlığını saklayarak hizmet eder

Sevmediği bir yemeğin
ağzına tıkıştırılması gibi bir çocuğun
tıka basa doludur Topkapı-Beşiktaş otobüsü
Karaköy durağına dek zor dayanır ve kusar içini

Bu şehir kadındır
kindarlığı iş edinmiştir kendine
güçlünün yanında, mazlumun tepesindedir
her gün iki otobüs dolusu polisi
severek ağırlar meydanları
bir sokak çocuğunu soğuktan korumayı istemez ama
uğursuzlukları salmak varken üstüne

Dişlerimi sıkarak dolaşıyorum bu şehri yıllardır
aşkı ehlileştiren, hep aynı bakan
merhameti ve isyanı hep birilerinden bekleyen
bu insanlar çoğalıyorlar
biri olmasa biri mutlak tamamlıyor yap bozu

Kaç kalbi kırık, kaç düşleri parçalanmış
kaç git bu şehirden
bırak rızkını, denizi olmasa dakka durmam yalanını
Kadıköy rıhtımını, Cadde-i Kebir’i bırak git
farkında değil misin? o görmemek denilen
o duymamak, söylememek denilen cinnet seni de alıyor kollarına
İstanbul oluyorsun.

Sokakları damarların olmaya başladığında
sevdiğini tak koluna git buralardan
ne bir vapurla göz göze gel
ne Taksim’e bir selam gönder
bilmenle gitmen bir olsun
bırak bu şehrin şiirini başkaları yazsın.

MURAT MAKARA

Neyse...

"'neyse' demek iyidir, 'bu da geçer' demek gibidir, geçmez, herkes bilir geçmediğini, geçmiş gibi yapılır. bazen 'gibi yapmak' da iyidir, bazen öyledir, bazen geçer, hiçbir zaman geçmez. insan 'neyse' demeyi hayli geç öğrenir, belki de geç değildir, tam vaktindedir. kimi bunda bir olgunluk bulsa da, bulunan şey zorunluluktan başka bir şey değildir. uzatacak ne var, insan 'neyse' demeye başladığında, 'ne sabahtır bu mavilik ne akşam' duygusunun da, yavaş yavaş ondan geçtiğini kabul etmeye de başlamış demektir. ikindinin akşam alacası dediğimiz o garip vakte değdiği yerdedir. hiçbir şey 'neyse' demenin niye bunca dokunaklı olduğunu o ıssızlık anı kadar iyi anlatamaz.
sizin de 'neyse' demekten, 'peki' demekten yorulduğunuz olmuyor mu? 'neyse' demenin, sanki her şeyi, herkesi, hayatı bağışlıyormuş gibi görünen, oysa unutmaktan, sineye çekmekten, uzaklaşmaktan başka bir şey olmayan kolaycılığı ağır gelmiyor mu? insan, ne kendini bağışlıyor gerçekte, ne de bir başkası gibi gelen hayatı, yalnızca unutmayı seçiyor. unutma! unutarak yaşayabilirsin diyor, içimizde varsa bir ses, belki de yaşarsan unutursun. unutarak yaşamak: 'neyse' demek mi? her şeyi unutmak, kendini de unutmak için. geri alıyorum söylediğimi, 'neyse' demek 'bu da geçer ya hu' demek değil, kimse beni hatırlamasın, ben kendimi çoktan unuttum demek.
çok yorgunum hatırlamaktan demek, belki de başka hiçbir şey dememek. attila ilhan'ın dediği gibi: "insan bir akşamüstü ansızın yorulur/ tutsak ustura ağzında yaşamaktan" demek. yazı da yorar bazen insanı, 'neyse' diye yazmak bile ağır gelir, kelimeler eline gelmez olur, 'nasip' diye baktığın kelimeler bile gönülsüz, uzak durur yazıya. (bakınız: 'neyse' adlı bu yazı.)
yalnızca yazı mı, şiir de yorar, şiir de yorulur, hiç başlanmamış, yarım kalmış şiirlerden söz etmiyorum, onlara heves yetmemiştir ya da heves o kadardır. şu tamamlanmış gibi duran, yayımlanmaya hazır, hatta yayımlanmış şiirler de bazen 'neyse' yorgunluğunu taşır. tomris uyar'ın unutulmaz hikâyesi 'metal yorgunluğu'nu okuduysanız, beni daha iyi anlarsınız. uçakların yorgunluğunu anlatmak için kullanılan bu deyimden, insanın düşmesini, kelimelerin düşmesini de anlayabilirsiniz. metal yorgunluğu sürtünmeden kaynaklanıyorsa, insanın yorgunluğu da karşılaşmaktan, çarpışmaktan, kelimelerin yorgunluğu, insanın acısını alır diye, ağır cümlelere, dizelere bir teselli olarak yerleştirilmekten neden kaynaklanmasın? 'neyse' diye başlayan bir yazı ne anlatabilir?
'neyse' diye bir yazıyı okuyan bunda ne bulabilir? 'neyse' diye yazan, yazmış bulunmakla kurtulabilir mi bu duygudan? 'neyse' diye yazmanın ne faydası var? hiç. şimdi 'neyse' demek iyi midir? isterseniz iyi olsun, biri 'hiç' diye, biri 'terörist' diye öldürülen iki çocuğun henüz sıcak gözleri üstümüzdeyken...
burası da kalbin, vicdanın, hiç yorulmasını beklemediğimiz şeylerin yorulduğu yerdir, insan hatırlamaktan, hatırlatmaktan yorulur.
belki bu yazıyı unutmak en iyisi, ben unutmaya hazırım, isterseniz siz de unutun. kelimeler beni bağışlasın, cümleler özrümü kabul etsin, siz de üzerinde durmayıp 'neyse' derseniz... 'hali pür melal'im anlaşılmş olur: insan bazen en çok kendinden yorulur!"

HAYDAR ERGÜLEN

Wednesday, February 01, 2006

Sana dair...

Bir aşk için yapabileceğin her şeyi yaptığına inanıyorsan ve buna rağmen hala yalnızsan, için rahat olsun. Giden zaten gitmeyi kafasına koymuştur ve yaptıkların onun dudağında hafif bir gülümseme yaratmaktan başka hiçbir işe yaramayacaktır.
Sen kendini paralarken o her zaman bahaneler bulmaya hazırdır. Hani ağzınla kuş tutsan ´Bu kuşun kanadı neden beyaz değil?´ diye bir soruyla bile karsılaşabilirsin.. iki ucu keskin bıçaktır bu işin. Yaptıklarınla değil yapmadıklarınla yargılanırsın her zaman. Bu mahkemede hafifletici sebepler yoktur. İyi halin cezanda indirim sağlamaz.
Sen, ´Ama senin için şunu yaptım´ derken o, ´şunu yapmadın´ diye cevap verecektir. Ve ne söylesen karşılığında mutlaka başka bir iddiayla karşılaşacaksındır. Üzülme, sen aşkı yaşanması gerektiği gibi yaşadın. Özledin, içtin, ağladın, güldün, şarkılar söyledin, düşündün, şiirler yazdın. ´Peki o ne yaptı´ deme. Herkes kendinden sorumludur aşkta.
Sen aşkını doya doya yaşarken o kendine engeller koyuyorsa bu onun sorunu. Bir insan eksik yaşıyorsa, ve bu eksikliği bildiği halde tamamlamak için uğraşmıyorsa sen ne yapabilirsin ki onun için? Hayatı ıskalama lüksün yok senin. Onun varsa, bırak o lüksü sonuna kadar yaşasın. Her zamanki gibi yaşayacaksın sen. ´Acılara tutunarak´ yaşamayı öğreneli çok oldu. Hem ne olmuş yani, yalnızlık o kadar da kötü bir şey değil.
Sen mutluluğu hiçbir zaman bir tek kişiye bağlamadın ki.... Epeydir eline almadığın kitaplar seni bekliyor. Kitap okurken de mutlu oluyorsun unuttun mu? Kentin hiç görmediğin sokaklarında gezip yeni yaşamlara tanık olmak da keyif verecek sana. Yine içeceksin rakını balığın yanında. Üstelik dilediğin kadar sarhoş olma özgürlüğü de cabası....
Sen yüreğinin sesini dinleyenlerdensin ve biliyorsun aslolan yürektir.
Yürek sesi ne bilmeyenler, ya da bilip de duymayanlar acıtsa da içini unutma; yasadığın sürece o yürek var olacak seninle birlikte. Sen yeter ki koru yüreğini ve yüreğinde taşıdığın sevda duygusunu. Elbet bitecek güneşe
hasret günler. Ve o zaman kutuplarda yetişen cılız ve minik bitkiler değil, güneşin çiçekleri dolduracak yüreğini...

NAZIM HİKMET